Son bir kaç haftadır ve özellikle Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karar sonrası bazı kişi ve gruplar Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi yönünde görüş bildiriyorlar. Bu yazıda Abdullah Gül’ün adaylığı veya yüce mahkemenin kararının doğru olup olmadığı gibi konulardan ziyade cumhurbaşkanını halkın seçmesine imkan verecek anayasa değişikliğinin ülkemiz için faydalı olup olmayacağına değinmek istiyorum. Kısaca benim fikrim cumhurbaşkanının parlamento içinde uzlaşma ile seçilmesi yönünde. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi basit bir yasa değişikliğinden ibaret değildir. Beraberinde sistem ve hatta rejim değişikliliklerini getirmektedir. Dahası bu yönde bir değişikliğin beklendiğinin aksine Türkiye’de siyasal ve toplumsal bunalımlara yol açma tehlikesi mevcuttur.
Özal’dan Demirel’e, Demirel’den bugün Başbakan Erdoğan’a ve ANAP Lideri Mumcu’ya kadar pek çok siyasi çeşitli vesileler ile Başkanlık Sistemine (BS) geçilmesi veya cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi yönünde fikir bildirmişlerdir. Bugün Abdullah Gül’ün adaylığına karşı yapılan gösteriler ve tepkilerden sonra Meclis’te kendi adayını seçtiremeyen iktidar partisi de bir çeşit meydan okuma ile “siz ayak oyunları ile seçtirtmediniz, biz halka seçtirteceğiz” demektedir. Maalesef duygusal tepkiler ile bir yanlışın başka bir yanlış ile düzeltilmesi yoluna gidilmektedir. Çözüm parlamenter demokratik sistem içinde aranmalıdır. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi fiilen parlamenter sistemden (PS) başkanlık sistemine geçilmesi sonucuna yol açar ki, bu hiç de arzu edilen bir durum değildir. Neden mi?
Mevcut anayasal düzenimizde halk parlamentoyu seçer, parlamento da kendi içinden başbakan ve cumhurbaşkanını seçer. Seçim sistemimiz nispi temsil (NT) esasına dayalıdır, barajı (% 10) geçen her parti oy oranına nispeten belli sayıda sandalye ile mecliste temsil edilir. Bu demokratik memleketlerin pek çoğunda, Avrupa demokrasilerinin hemen hemen tamamında, hakim olan sistemdir. Her ülke seçim sistemini ve ülke barajını kendi ihtiyaçlarını ve siyasal dengelerini göz önünde bulundurarak düzenlese de özünde hakim olan sistem parlamenter sistemdir. Bir diğer sistem ise başkanlık sistemidir. Başkanlık sisteminde halk başkanı seçer, başkan da kendi kabinesini (parlamento içinden veya dışından) oluşturur. Bu tür rejimlerde seçim sistemi NT değil, çoğulcu sistemlerdir (ÇS). ÇS’de amaç farklı seslerin temsili değil, çoğunluk oyunu alanın diğerlerini yarış dışı bırakarak tüm sistemi kontrol edecek güce sahip olmasıdır. Kısacası başkanlık sistemleri tek adam rejimleridir. ABD’de iki yüz yıldır uygulana gelen sistem başkanlık sistemlerinin en iyi örneğidir.
Pek çok zaman başkanlık sistemlerinin çoğunluk oyu ile kurulmasından, hükümet krizlerine, koalisyonlara yol açmadan yönetime fırsat vermesinden dolayı istikrar rejimleri olduğu iddia edilmiştir. Bugün demokratik olma iddiasında olan ülkelere baktığımızda başkanlık sisteminin sadece ABD’de (ve Fransa’da, ki bu sistem yarı-başkanlık sistemidir ve ABD’den önemli ölçüde farklıdır) başarılı olduğunu söyleyebiliriz. 1960’lardan günümüze dek pek çok gelişmekte olan ülke (Latin Amerika, Afrika, Asya ülkeleri) başkanlık sistemini denemiş, pek çoğunda sistem baskıcı tek adam rejimlerine yol açmıştır. Özetle, BS her zaman her ülkede istikrara katkıda bulunmamakta , tam tersine derin krizlere yol açmaktadır.
Özellikle halkın siyasal, ideolojik, dini, mezhepsel, bölgesel ve etnik faylar uzantısında bölündüğü toplumlarda çoğunlukçu sistemler ciddi bir temsil sorununa yol açmaktadır. BS aynı zamanda kapıları uzlaşmaya da kapatmaktadır. Toplumun aşırı uçlarda, çoğunlukla iki aday ve siyasi görüş doğrultusunda kutuplaşmasına yol açmaktadır (bu Fransa gibi çok turlu çoğulcu sistemler için de geçerlidir). Bu sistemlerde sadece siyah ve beyaz vardır. Ara renkler, gri ve tonları mevcut değildir. Bizim gibi laik-dinci, Sünni-Alevi, Türk-Kürt eksenlerinde bölünmüş demokrasi tecrübesi ve kültürü kıt bir toplumun kutuplaşmaya değil, uzlaşmaya ve birleşmeye ihtiyacı vardır. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi bu tür bir kutuplaşmayı beraberinde getirecektir. Unutmayalım ki bu ülke insanların farklı dine mensup oldukları için kurbanlık koyun gibi kesildikleri, farklı mezheplerinden dolayı canlı canlı yakıldıkları, düşüncelerinden dolayı hunharca katledildikleri, yıllarca mahkum edildikleri bir rejimdir. Bu ülkeye başkanlık sistemini getirmek, tüm bu zorluklara rağmen, yeşertmeye çalıştığımız Türk demokrasisine yapılacak en büyük kötülüklerin başında gelmektedir.
Ayrıca 20-25 milyon oy ile Çankaya’ya çıkan bir cumhurbaşkanı köşesine çekilip 8-10 milyon oy almış bir hükümetin ülkeyi yönetmesine (2002’de AKP bile sadece 10,8 milyon oy alabilmiştir) asla seyirci kalmayacaktır. Bizim anayasamız cumhurbaşkanına sınırlı yetkiler tanımıştır. Sembolik olarak idarenin başı olsa da asıl iktidar hükümete aittir. Bugün cumhurbaşkanı gücünü meclisten almaktadır. Ama halkın doğrudan seçtiği bir reis-i cumhur yetkilerini genişletmek isteyecektir. Bu da sürekli meclis ve hükümet ile çatışma riskini doğurmaktadır. Hatta cumhurbaşkanı ve meclis’in farklı ideolojik kamplardan olması durumunda bu çatışma daha da yoğun yaşanacaktır. 20 milyon oy ile gelmiş ‘Laik ‘ bir cumhurbaşkanı 10 milyon oy almış ‘İslamcı’ bir hükümetle (ya da tam tersi durumda) çatıştığı zaman ister istemez bunun bölücü etkileri ciddi şekilde topluma da yansıyacaktır.
Yukarıda ifade ettiğim gibi, bizim ihtiyacımız olan bölünme değil, bütünleşmedir; daha az demokrasi ve diktatörlük rejimi değil daha çok demokrasi ve daha temsili bir rejimdir. Parlamenter rejimler ve özelikle nispi temsil esasına dayalı sistemler çok sesliliğe, uzlaşma ve hoşgörü kültürünün yerleşmesine hizmet etmektedir. Yapılması gereken seçim barajını daha makul seviyelere (% 5-6 olabilir) çekip meclisin temsil gücünü artırmaktır. Yoksa sadece halkın yüzde 50.5’inin seçeceği bir kişiyi Çankaya’ya göndererek anayasal kurumların temsil gücünü azaltmak olmamalıdır. TÜSİAD ve bir takım çevrelerin ürettiği «tek adam, tek parti hükümeti ekonomik istikrarın kaynağıdır» yalanına kulaklarımızı tıkayarak çözümü uzlaşmada koalisyon kültüründe aramalıyız. Örneğin İtalya 1945’ten bu yana sürekli koalisyonlar ile yönetilmesine, ortalama hükümet süresinin 7-8 ay olmasına rağmen dünyanın en önemli ekonomik güçleri arasında yerini başarıyla almıştır. 1948’den beri sürekli koalisyonlar ile yönetilen İsrail diğer bir başarılı örnektir. Diğer taraftan başkanlık sisteminin hakim olduğu onlarca Latin Amerika memleketi iflasın eşiğinden zor dönmüştür.
Özetle reis-i cumhuru yüce meclisimiz kendi içinden uzlaşma ile seçmelidir. Belki de Anayasa Mahkemesi’nin son kararının en önemli katkısı bu yönde olacaktır. Demokrasi uzlaşma rejimidir. Yoksa halkın verdiği yetki ile derebeylik kurma rejimi değil. Demokrasilerde çoğunluk istediği gibi at koşturamaz. Merhum Menderes zamanında DP mebuslarına “siz isterseniz hilafeti de getirirsiniz” demişti. Benzer sözleri 1933 senesine hür seçimler ile iktidara gelen Hitler de Nasyonal Sosyalist partisi temsilcilerine söylüyordu. Demokrasi dayatma rejimi değildir. Aksine demokrasi fren ve denge sisteminden ibarettir. İktidar ve muhalefetin birlikte çalışması ve uzlaşması esasına dayalıdır. Bu noktadan hareketle, yeni dönemde cumhurbaşkanı meclis tarafından, TBMM’nin temsil gücü artırılarak, siyasal ve toplumsal uzlaşı ile seçilmelidir.
No comments:
Post a Comment